“Benim en tatlı cüzzamlılarım kimler?”
‘Annie Allen’ adlı kitabıyla Pulitzer Ödülü’nü kazanan ilk zenci şair Gwendolyn Brooks, 1917’de doğdu. Şiirlerinde siyahilerin sorunlarını işleyen Brooks, kariyeri boyunca ayrımcılığa karşı ayna olmaya çalıştı.
Brooks’un şiirleri dışında yayımladığı tek romanı ‘Maud Martha’ vardır. Adını başkahramanından alan bu roman, zenci bir kızın çocukluktan yetişkinliğe, 1920’lerden 1940’lara kadar olan hayatını anlatıyor. Üstelik Büyük Buhran’a denk gelen bu yıllarda karşılaştığımız tek sorun ırkçılık sorunu değil; bununla birlikte cinsiyetçilik, renkçilik ve sınıf farklılıkları da tartışılır.
İş Kültür’den yeni çıkan ‘Maud Martha’nın çevirmeni Didar Zeynep Batumlu.
‘KURU SAATLERİN VE GEREKSİZ PLANIN ŞEYLERİYİZ’
Martha fakir bir ailenin kızıdır. Sıcak ve sevgi dolu görünen bu aile, ilk etapta tipik bir Yeşilçam ailesini andırıyor. Ancak sınıf sorunu tüm gerçekleriyle devreye girince işler yavaş yavaş değişmeye başlar. Bunun ilk göstergesi, parasızlık nedeniyle evden atılma tehdididir.
Fakir ve ırkçı bir dünyada büyüyen Martha, kendisini karahindiba ile karşılaştırır. Evin arka verandasında her zamanki haliyle yetişen karahindibaların aslında hiçbir değeri yoktur. Ne nilüfer çiçeği gibi zarif ne de Japon süsenleri gibi cezbedici ama Martha’nın karahindibaları tam da bu yüzden seviyor. Bu kadar sıradan bir şeyin bu kadar hassas olabilmesi ona özgü görünüyor.
Irkçılık tehdidi altında eğitimine devam eden Martha, kendisini teselli eden tek şeyin kitaplar olduğunu anlar ve sürekli okur. Kız kardeşi Helen, Martha’nın asla bir kız arkadaşı olmayacağını çünkü erkeklerin kitap okuyan bilgiç kızlardan hoşlanmadığını söyleyerek onunla dalga geçer. Ancak Martha bir gün evlenir ve bir çocuk doğurur ama işler onun istediği gibi gitmez.
Ancak onun” Arzusu, dünyaya iyi bir Maud Martha bağışlamak. Tüm sunabileceği bu; Başka kimseden gelemeyecek bir sanat eseridir.”Bu.
‘Ne keder ne de aşk tek başına yeterli olmaz’
Kitabın dikkat çeken yönlerinden biri de ırkçılık sorununu sadece siyah-beyaz çatışması üzerinden değil, renkçilik üzerinden de ele alması. Siyahların ortasında “koyu” tenlilerin “açık” tenlilere hakaret etmesi şeklinde özetlenebilecek renkçilik, romanın en başında karşımıza çıkıyor. Martha’nın açık tenli siyahi bir adam olan kız kardeşi Helen, Martha’ya karşı olumsuz bir tavır sergiler. Aslında sevgilisiz kalmasıyla ilgili söylediklerinin temelinde bu olumsuz yaklaşım yatıyor.
İki erkek kardeşin iletişimsizliği roman boyunca devam eder, ancak Martha’nın kocası Paul ile yaşadığı ikilemde daha güçlü bir renkçilik örneği ortaya çıkar. Martha, çok koyu bir tene sahip olduğu için “ötekinin ötekisi” olma sorununu hafife almıştır. Paul gibi açık tenli bir zencinin onu sevmediğini düşünür, onu sadece tatlı bulur ama yine de onunla uzun bir yolculuğa çıkar.
Çünkü Martha – çocukluğundan beri – yaşadığı tüm zorlukları hayal ederek aşmış biri. Evlilik sürecinde de aynı şeyi yapıyor. Öyle güzel bir evliliği olacağını sanıyor ki adeta bir Külkedisi masalı biriktiriyor kendine. Üstelik bu masal sadece cinsiyetçiliği ve ırkçılığı aşan bir hikaye değil, aynı zamanda sınıfsal beklentilerle de dolu. Yani Martha’nın hayalleri oldukça değerlidir.
Ancak Paul ile evliliğinde vasat bir dairede yaşamaya başlar. Evinde gördüğü her böcek, her fare yavaş yavaş hayallerini kemirir. Ama bu Martha, o asla yorulmaz, başka bir rüya görür. Dahası, fareyi zarar görmeden bıraktığı için Tanrı’nın kendisine bir iyilik yapacağını gizlice umar.
Böyle bir klas hayali kuran tek kişinin Martha olmaması doğaldır. Paul de öyle. Hatta bir akşam güzel giyinirler ve sinemaya giderler. “Sanki hayatları boyunca hiç hamam böceği ya da fare görmemişler. Ya da sanki bir haftadır soğukta dışarı çıkmamış gibi” memnunlar. Ancak sinema bitip salonun ışıkları yandığında beyazların gözleri onlara çevrilmeye başlar. Ancak onlar “Filmi çok beğendiler, çok mutlular; Gülerek sinemadan çıkan diğer seyircilere ‘Güzeldi değil mi? Harika değil miydi?’ demek istediler”.
‘YANGIN KARŞISINDA DURMANIZA GEREK YOK’
Başta da belirttiğim gibi, Brooks bir şair. Bir şair tarafından yazılan bu roman, dilin bazı şiirsel kullanımlarını da beraberinde getirir ister istemez. Brooks’un dili, özellikle Martha’nın iç konuşmasını gördüğümüz yerde fark yaratıyor. Bu garip bir istikrar yaratıyor, çünkü Martha en talihsiz durumları bile “garip” bir iyimserlikle, bir tür kabullenmeyle çevreliyor ama bu Pollyanna kokulu değil, aksine direnişin doğasında var.
Romanın kurgusundan da bahsetmeye değer. Çünkü “Maud Martha” zaman içinde düz bir akışa sahip olsa da kısa bölümlerden oluşuyor. Her bölüm, Martha’nın hayatından kısa bir an, bir duygu ve etrafında gelişen bir dizi olayla çevrilidir. Bu bölümlerin ortasında zaman atlamaları bulunuyor. Brooks ortadaki boşlukların bir kısmını doldurur ve bir kısmını okuyucuya bırakır. Bu da okuma zevkini artırır.
‘Maud Martha’, Brooks’un Türkçeye çevrilen ilk kitabıdır. Şiirlerinin artık baskısı yok. Umarım en kısa zamanda onları da okuma fırsatı buluruz.